top of page

Yelkenliyle Atlantik Okyanusu Geçişi - M. Murat Bozkurt



Neden Atlantik!?


Her şey, yıllardır ancak kitaplardan okuyabildiğim ve yaklaşık on yıldır da hayalini kurduğum “yelkenli bir tekneyle Atlantik Okyanusu geçişi”ni nasıl gerçekleştirebilirimle başladı. Bir şeyi kesinlikle itiraf etmem gerek. Bu macerayı hayata geçirmek hiç de kolay olmadı: Bin bir türlü badire, aksilikler, engeller, iptaller... Bir istatistikçi olarak bir şeyin ne kadar çok olmama olasılığı olduğunu görmek doğrusu beni epey şaşırttı. Hatta birkaç defa olumsuzluklardan dolayı aşırı bunaldım ve vazgeçer gibi oldum. Ama bu çok kısa sürdü, günün sonunda tekrar ayağa kalkmaya çalıştım ve devam ettim. Bunları neden belirtiyorum? Bu yazıyı okuyanlara ilham olsun diye tabii ki. Çünkü ben yapabiliyorsam herkes yapabilir. Bozkırın ortasında bırakın okyanusu, denizi bile yılda bir defa kısa süreliğine görerek büyümüş birisi için oldukça yüksek mertebeden bir hayaldi bu. Ancak deniz tutkusu her şeyin ötesindeydi.

Atlantik yüz yıllar önce hangi teknolojiyle geçilmeye çalışıldıysa biz de öyle geçmeye çalışacaktık: Rüzgar gücüyle! Günlerce, haftalarca okyanusun ortasında 12,5 metrelik ufacık bir yelkenlide dalgalarla boğuşacaktık. Bizi uçsuz bucaksız okyanustan ayıran tek şey ise birkaç cm kalınlığındaki fiber malzeme. Gecesiyle, gündüzüyle, fırtınasıyla, köpek balığıyla, balinasıyla, yunusuyla, eşsiz deneyimi ile önceki maceralarımdan şüphesiz oldukça farklı olacaktı. Sizlere bu serüveni olabildiğince teknik terimlere girmeden ve tüm çıplaklığıyla aktarmaya çalışacağım ki sizler de benimle birlikte bu heyecanı soluksuz yaşayın ve hayal ortağım olun.


Yunus Evlat Edinin


Motosikletle daha önce gerçekleştirdiğim seyahat projelerimde (“Doğunun Paris’inden, Paris’in Doğusuna” ve “Kuzey Kutbu’na Yolculuk”) olduğu gibi bu maceramı da yine bir sosyal sorumluluk projesiyle birleştirmek arzusundaydım.

“Yunuslar; yaşam alanlarının kaybı, deniz ve ses kirliliği, tesadüfi avcılık ve kasti öldürme gibi tehditlerle karşı karşıya.” Bu söz, ülkemizin denizel biyolojik çeşitliğinde çok önemli bir yeri bulunan yunusların Akdeniz ve Ege Denizi’ndeki yaşam alanlarının ve karşı karşıya bulundukları tehditlerin belirlenmesi ve yunusların korunması için çalışan bir sivil toplum kuruluşu olan Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF)’na ait. Yeni yıl, doğum günü, yeni iş tebriği, Anneler Günü, Sevgililer Günü, Babalar Günü gibi özel günlerde kendiniz ya da sevdikleriniz için aşağıda bir örneğini görebileceğiniz sertifika ile bir yunus evlat edinerek onlara harika bir hediye verebilirsiniz. Beni oldukça zorlayan bu büyük macerada umarım sizler de benim gibi doğa ananın o sonsuz cüretkarlığına bir kez daha hayran kalıp kampanyaya destek olursanız, yazım amacına ulaşmış olacaktır.



3.000 deniz millik bu macerada önce Kanarya Adaları’ndan, Afrika’daki Cape Verde’ye, daha sonra ise Orta Amerika’nın Karayipler bölgesinde bulunan St. Lucia Adası’na varmayı planlıyoruz. Planlıyoruz diyorum çünkü tek başıma değilim, dört kişilik bir Türk ekibiyiz. Ekibin ve teknenin çeşitli ihtiyaçları için sponsorluklar da ayarlanmıştı önceden. Bu denli zor bir işe soyunduğumuzun duyumunu alan yazılı ve görsel medya da desteğini esirgemedi bizden. Anadolu Ajansı, Doğan Haber Ajansı, İhlas Haber Ajansı, TRT ve Naviga Magazin çeşitli röportajlar yapıp seyahatin daha geniş kitlelere ulaşmasında önemli rol oynadılar. Hürriyet, Milliyet, Posta başta olmak üzere önde gelen ulusal ve yerel gazeteler ile internet portalları da bu macerayı kendi akışlarında haber olarak geçerek bize destek oldular.


Aylar süren ciddi hazırlıklar sonrası vira bismillah diyerek yağmurlu bir havada 4 Kasım 2017 Cumartesi günü saat 10.03’te halatları çözüp kendimizi koca Atlantik’in sonsuzluğuna bıraktık. Artık günlerce kara parçası görmeyeceğiz. Başlı başına bu hissiyat bile oldukça heyecan vericiydi. Deniz bizi kabul eder ve merhametli davranırsa muradımıza ereceğiz. Rotamız, Cape Verde!



İlk iki günün çok zor olacağı daha limandan ayrılmadan otoriteler tarafından söyleniyordu ve yerel hava durumu da bunu doğrular nitelikteydi. İtiraf etmeliyim ki, cidden çok ama çok zor hava koşullarında gitmek zorunda kaldık bu ilk iki gün. Her milde artan dalganın yüksekliği mürettebatta çaresiz bakışlar eşliğinde sessizliğe neden oluyordu. Ayakta durmak imkansız. Adeta çamaşır makinasındayız. Kaptan da dahil daha önceden kimsenin okyanus tecrübesi yoktu. İlk günün o tarifsiz heyecanı yerini önce telaşa sonra tevekküle bırakmıştı. Dokuz metreye yaklaşan dev dalgalarda zavallı yelkenlimiz bir oraya, bir buraya çaresizce savruluyor ve biz de bundan nasibimizi alıyorduk. Dokuz metreyi kafanızda canlandırmak isterseniz şöyle düşünebilirsiniz: Üç katlı bir bina yüksekliğindeki devasa su kütleleri tekneyi evirip çeviriyordu. Neredeyse tekneyle aynı uzunluktaki bu dev dalgalar kaptan da dahil herkesi fena etkilemişti. Öyle ki, hayatım boyunca beni hiç deniz tutmamış ve midem de bulanmamıştır. Bu konuda gerçekten dirayetliyimdir. Buna rağmen hava o kadar şiddetliydi ki, ilk gün yaklaşık yirmi saat kamaradan çıkamadım, uyuyamadım, yemek yiyemedim, tuvalete dahi gidemedim...


İkinci gün deniz tutmasından dolayı yüzüm adeta yeşile dönmüş, bitap düşmüştüm. Atlantik öncesi aylarca hazırlık yaptığım için deniz tutmasına iyi gelebilecek her şey neyse ki yanımdaydı. İlaç içtim, zencefil çiğnedim, bulantı bilekliği taktım, kulak arkasına krem sürdüm, zencefilli draje aldım... Maalesef ama maalesef sonuç değişmedi. Çünkü bu deniz tutması değil, okyanus tutmasıydı.


Üçüncü günün sabahı “Aman Allah’ım! Günler, haftalar böyle mi geçecek!?” iç sesleriyle başbaşaydım. Herkes kamarasında... Ben de dışarıya nöbete çıktım. Psikolojim alt üst olmuş, artık yorgunluktan, çaresizlikten gözümden yaşlar dökülüyordu. Şiddetli dalgalarla mücadele etmekten ilk iki günün fotoğrafının kimsede olmadığını fark ettik. Atlantik bize ne kadar ciddi olduğunu işin ta en başında göstermişti. Tıpkı hayatın kendisinde olduğu gibi okyanusun da bir eli seni kucaklarken, diğer eli sürekli teyakkuzda olman gerektiği konusunda uyarıyor. Bu sularda hayatta kalmanın yegane çözümü de her zaman bu iki eli görmekten geçiyor.



Neyse ki, Kanarya Adaları’ndan güneye doğru indiğimiz rotada yaptığımız hesaplamalar, okyanus geçişindeki ilk ve tek durağımız olan Afrika’daki Cape Verde’ye bir günlük yolumuz kaldığını söylüyordu. Kara görebilir miyiz motivasyonuyla ekibin gözleri ufku tararken birden gözüme dünyalar tatlısı yunuslar takılıveriyor. Teknenin bir metre iskele ve sancağında çeşitli akrobatik hareketler yaparlarken, bizdeki heyecanı anlatamam. Herkes teknenin bir tarafına geçmiş, gözlerini onlardan alamıyordu. Onlarcası teknenin etrafını sararak uzun bir süre bizimle aynı yöne doğru yol aldı. Yunusları ilk defa bu kadar yakından gördüğüm o anları ömrüm boyunca unutamayacağımdan eminim.


Dördüncü gün hava kalmış ve biz de moralman biraz daha toparlanmıştık. Havanın sakinleşmesini fırsat bilerek okyanusun ortasında ilk duşumuzu alalım dedik. Tabii öyle kolay olmadı. Önce olabildiğince teknenin arkasına yaklaşıyorsunuz. Sonra bir iple sağlamca bağladığınız ufak kovayı denize atıp su çekiyorsunuz. Tuzlu deniz suyuyla yıkandıktan sonra teknede depoladığımız kısıtlı miktardaki suyu çok idareli kullanarak üzerinizdeki tuzu atıyorsunuz ve işlem tamamlanıyor.


Akşam olduğunda arkamızda bir ışık gördüm. Hemen radara koştum ve onun 965 feet (294 metre) uzunluğunda Alman bandıralı bir yolcu gemisi olduğu bilgisini aldım. Bunu da hemen kaptan ve ekiple paylaştım. Çünkü bu tarz gemiler bizim gibi ufacık yelkenliler için çok büyük bir tehlike arz ediyor. Bir süre sonra bize iyice yaklaştığında dürbünü aldım ve dalgalar arasında sallanan teknemizde gemiyi incelemeye çalıştım. Titanikten bile uzun bu gemi sayabildiğim kadarıyla on bir katlı. İçinde binlerce yolcusuyla yol alıyor. Uzunca bir süre gemiyi inceledikten sonra elimde dürbün, hayal dünyasına daldım. Gemidekileri tahayyül ederken hatırlıyorum kendimi: Güzel bir jakuzi sefası sonrası şık bir restoranda smokiniyle oturan orta yaşlı biri geldi gözümün önüne bir anda. Gemi bize çarpsa emin olun o restoranın masasında duran bardaktaki su oynamaz bile. Böylesi okyanus geçişlerinde çoğu zaman büyük gemiler bizim gibi ufak teknelere çarptıklarının farkında dahi olmadan yollarına devam ederler. Uçağa sinek çarpmış gibi düşünebilirsiniz. Hatta geminin büyüklüğünü şöyle de anlatabilirim sanırım. Dürbünü arkadaşıma verdiğimde çıplak gözle gemiyi inceledim. Gemi o kadar büyüktü ki, ışıklandırma sistemi sadece gemiyi aydınlatmakla kalmıyor, o zifiri karanlıkta yüzlerce metre üstündeki bulutları dahi aydınlatıyordu.


Kötü şeyler düşünme, başına gelir derler ya. Tam da öyle bir şey yaşadık. Gecenin ilerleyen saatlerinde ben uyuyorken, tekneye bir şey çarpmış ve epey bir ses çıkmış. Ama neyseki tekne su almamış. Gün ağarınca bu sefer de teknenin dışını kontrol ettik. Teknenin yanındaki uzun çizikler dikkat çekiyordu. Ne olduğunu bilemediğimiz bu tehlikeden de ciddi bir sorun olmadan kurtulduk.


Kara Göründüüüüü!


Avazımın çıktığı kadar bağırmamla herkes güverteye koştu: Kara göründüüüüü! Artık Cape Verde benim için form değiştirmiş, haritada bir nokta değil, ufukta düz uzun bir çizgi olmuştu. Eski bir denizci geleneğine göre gemi kaptanı, karayı gören ilk mürettabatı tebrik eder ve ona altın verir. Hemen kaptan yanıma geliyor. Ufak bir törenle beni tebrik ediyor ve “Altını da deftere yaz.” diyor!


Tekneler başka bir ülkenin sularına yaklaşırken saygı bakımından o ülkenin bayrağını göndere çekerler. Biz de iki yüze yakın bayrak arasından Cape Verde bayrağını buluyoruz ve büyük bir sevinçle göndere çekiyoruz. Adaya her yaklaştığımız saat daha da heyecanlanıyor, adanın detaylarında kaybolurken hatırlıyorum kendimi. Okyanusun binlerce mil aşağısındaki magmanın patlamasıyla oluşan bu volkanik ada Senegal ve Moritanya’nın batısında konumlanmış.


Tam beş gün yedi buçuk saat sonra São Vicente Mindelo Marina’ya demir atıyoruz. Ekipte tarifsiz bir heyecan, bir karnaval havası... Karaya ilk ayak bastığım anı hiçbir zaman unutamayacağım. Denizdeyken deniz tutuyordu, şimdiyse kara tuttu! Marinadaki yürüyüşüm aklımdan çıkmıyor. Penguen gibi paytak paytak adım atıyordum. Sallanmayan bir zeminde yürümek tuhaf gelmişti, bir süre adapte olamadım.


Herkes ilk iş sevdiklerine haber vermek için telefonlarına sarılıyor. Başarabileceğimize olan inançlarını tasdiklediğimiz bu görüşmeler de unutulamayacaklar listesinde kendine üst sıralardan yer buluyor. Fakat çok üzücü bir haber de almıştık. Bir arkadaşımızın annesi rahatsızlanmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Onu sakinleştirmeye çalıştırdıysak da, biz de kötü olmuştuk. Uzun süren telefon görüşmeleri sonrası, o çok zor olan kararı vermişti: Türkiye’ye dönülecekti! Ertesi gün biletini aldık ve o, Türkiye’ye dönmek zorunda kaldı. Neyse ki daha sonraları annesinin iyileştiği haberlerini aldık da biz de daha huzurlu bir şekilde teknenin bakımını yapmaya devam ettik. Liman gümrüğüne gittik. Denizci olmanın getirdiği avantajla ülkeye vizesiz girişimizi yaptık. Karadaki ilk gece, sallanmayan bir yatakta uyumak çok garip gelmişti ve bir süre uyku tutmadı.


Şimdiye kadar 865 mil gelmiştik. Fakat Karayiplere kadar hiç kara görmeden 2.090 milimiz daha vardı. Ayrıca, yolun bundan sonra kalan bu büyük bölümünde bir kişi daha azalıp üçe düşmüştük. Bu da beraberinde daha uzun vardiya saatleri anlamına geliyordu ve artık sorumluluğumuz daha da artmıştı. Yeni görev dağılımları, yeni alternatif planlamalar yapıldı. İhtiyaç listesi oluşturulup teker teker temin edildi. Zaten çok ufak olan teknemize itinalı ve nizami bir şekilde stoklandı. Son gün birçok farklı kaynaktan aldığımız meteorolojik bilgiyi analiz edip rotamızı belirledikten sonra uzun, güzel ve sallanmayan bir uyku çektik.


Rota Karayipler!


Birkaç gün karada bulunduktan sonra herkeste aynı duygu yoğunluğu, aynı heyecan vardı: Okyanusta olmayı özlemiştik. Ayrılma vakti geldi çattı. Eş-dost ile vedalaşıldı ve helallik alındı. Kanarya Adaları’ndan sonra şimdi de bir başka limandan ayrılıp yeniden okyanusun enginliğine, bilgeliğine doğru süzülüyorduk. Bizi uğurlamaya gelenlere el sallarken, saatler 15.44’ü gösteriyordu. Rota 276°’deki Karayipler! Tahmini güzergahımızı navigasyona girdiğimizde sistem uyarı verdi: “Rota çok uzun, hesaplanamıyor!”



Saat 17.00 sularında adanın burnundan sıyrılırken rüzgar birden yön değiştirdi ve çok büyük bir tehlike daha bizi bekliyordu. Deniz iyiden iyiye kabardı. Hava 40 knotlara (74 km\s) kadar çıktı ve saat 18.10’da iskeledeki ana yelkene bağlı makara bağlantılarından biri koptu. Kaptan hemen kolları sıvadı ve dikkatlice tamir etti. Hemen sonra sancak tarafındaki koptu. Aynı işlem oraya da uygulandı.


Ertesi gün kapalı bir havaya uyandık. Hava kapalı ama şansımız açıktı. Teknenin küpeştesinde çoktan terk-i diyar eylemiş tam yedi tane uçan balık bulduk. Yüzgeçlerinin kanat şeklinde olması sayesinde denize paralel kısa mesafe uçup tekrar bir mermi gibi suya giren bu canlılar gerçekten çok ilginç. Geceleyin ise bizim gibi ufak tekneleri görmüyorlar ve tekneye çarpıp soluğu yanımızda alıyorlar. Mitolojiden fırlamış gibiler. Bu türler 45 saniye havada kalabiliyorlar. Azami hızları saatte 70 km olan bu balıklar, dalgaları ve akıntıları kullanarak 400 metre mesafeye kadar uçabiliyorlar.



Gece Seyri/Keyfi


Güneş battı diye durmuyor, gece-gündüz 24 saat yol almaya devam ediyoruz. Bunun için de takım çalışması yapmamız gerekiyor ve vardiya usulü çalışıyoruz. 3 saat boyunca teknenin tüm sorumluluğu nöbetçide oluyor ve sonrasında ise ancak 6 saat dinlenme hakkımız var. Gelin şimdi de gece nöbetinin seyir defterimde kendine hangi sözlerle yer bulduğuna bakalım:

“Gece nöbetlerinde milyonlarca kilometre ötedeki yıldızlar en yakın arkadaşın oluveriyor. Hiç aksatmadan her gece, aynı saatte, aynı yerde bekliyorlar seni. Her nöbette yeniden tanışırsın aynı yıldızla. Çünkü okyanusun kudreti sayesinde sen, artık dünkü sen değilsindir. Okyanusta her yeni gün tazelenirsin, yenilenirsin. Aldığın her nefes, tekneye vuran her dalga gibi başkadır artık. Şehir hayatı rutinlerin de değişmiştir. Yıldız kaymasının artık bir standart olduğu günün sabahında, güneşin yaladığı dalgaların yansımasının, kamaranın penceresinden usulca içeri sokulup yanağını okşaması dünyanın en naif, en güzel alarmı olmuştur artık.”


Gece seyirlerinde tehlike ihtimali biraz daha artıyor. Çünkü nöbetçinin sürekli yapması gereken 360° görsel kontrolü yapamıyorsunuz. Kayıtsız bir razı oluş başlayıveriyor. Elinizi dahi göremediğiniz zifiri karanlıkta boşluğa doğru ilerliyorsunuz. Geceleri deniz yüzeyine yakın uyuyan balinalarda ayrı bir risk teşkil ediyor. Bu uyuyan balinalar o kadar tembel hayvanlar ki sizin geldiğinizi görseler dahi kıpırdamıyorlar. Onlara çarptığımızı düşünmek bile istemiyorum. O yüzden seyahat boyunca bu tarz şeylerden hiç bahsetmedik.




Yıldızlardan sonra geceleyin beni büyüleyen ikinci şey ise planktonlar oluyordu. Mikroskobik boyutta ve tek hücreli olan bu canlılar teknenin dalgaya her vuruşunda fosforlu bir ışık yayıyor ve bizlere bu binlercesinin sunduğu görsel şölenin keyfini sürmek kalıyordu. Adeta fantastik bir sinema sahnesinden fırlamış gibiydiler. Ortalama bir insanın ömrü boyunca görebileceği kayan yıldızlardan çok daha fazlasını bu okyanus geçişinde gördüm sanırım. Karada gördüklerinizden hem çok daha uzun sürüyor hem de çok daha parlaklar. Sanki, gerçek değiller de bilgisayar efektiyle yapılmış gibiler.



Aaa Bak Bak! Köpek Balığı...


Nöbetimi devretmiş, okyanusu izliyordum. Birden dümen suyumuzun yakınlarında deniz yüzeyine yakın bir karartının bize doğru geldiğini gördüm ve biraz daha dikkat kesildim. Çok ağır ve sinsi ilerliyordu, yunus olamazdı. Hemen sonra suyu yararak gelen yüzgeci beliriverdi. Arkadaşlarıma göstermeye çalışırken ise yavaş yavaş kendini gizledi. Kaptan teşhisi koymuş ve ilk köpek balığımızı görmüştük.



Ertesi gün, hafif kararan muzları mideye indirirken ufukta yağmur bulutları görünmeye başladı. İhtiyaten ana yelkeni küçülttük. Ama korktuğumuz gibi şiddetli geçmedi. Sabahleyin oltayı yeniden denize attık. Saat 13.45 sularında irice bir balık oltaya atladı. Sesin şiddetinden dolayı birkaç saniye içerisinde üçümüz de oltaya doğru hücum ettik. Çok iri bir balığın geldiği aşikardı. Fakat balık çok güçlü olduğu için oltayı saramadık. Epey mücadele ettik. Nöbetleşe, yorulana kadar sarmaya çalışırken tam o sırada iki metrelik bir kılıç balığı akşam menümüze dahil olmamak için son hamlesini yaptı. Havaya doğru sıçradı, kevlar misanayı koparıp okyanusun derinliklerine doğru yol aldı. “Rıfkı” adını verdiğimiz bu balığın tadına bakamadık ama sonraları okyanus muhabbetlerimize sıkça meze oldu.


Hava kapatınca ve barometredeki basınç da düşünce, kaptan ikinci güvenlik brifingini verdi. Açık deniz seyirlerinde en büyük tehlike denize düşmektir. Okyanus geçişlerinde istatistiksel olarak en çok ölüm bu şekilde gerçekleşiyor. Nedeni çok basit. Denize düştüğünüzde kaç saniye içerisinde gözden kaybolacağınızı anlamanız için şu deneyi yapabilirsiniz: İnsan kafası büyüklüğünde doğada çözünmesi kolay bir malzemeyi suya bırakın. Dalgalar arasında şaşırtıcı bir şekilde çok ama çok hızlı bir şekilde gözden kaybolacaktır. Ayrıca rüzgar gücüyle giden bir teknenin yelkenlerini indirip tekneyi durdurmak pek kolay değildir. Durdursanız bile çevrenizde referans alabileceğiniz hiçbir şey olmadığı için yönünüzü tayin edemezsiniz. Samanlıkta iğne aramaya benzer. Ne yazık ki bu şekilde çok fazla kişi kaybolmuş ve bulunamamıştır. Bu nedenle gündüz dümenin arkasına geçtiğimizde ve gece nerede olursak olalım harness denilen bir bağlantıyla göğsümüzden tekneye sürekli olarak bağlıyız.



Bir diğer önemli tehlike de teknenin ciddi hasar alması ve batması. Böyle bir durumda yardım sinyali verip can salına geçmemiz gerekiyor. Can salındaki gıda ise sınırlı olduğundan gelip sizi bulmalarından başka bir çareniz kalmıyor. Yola çıkmadan tam bir hafta önce BBC’de bir haber okumuştum: “Okyanusta kayboldular, 5 ay sonra bulundular.” Tekneleri batmıyor fakat arızalanıyor ve yol alamıyorlar. Yardım sinyalini vermelerinden ancak aylar sonra ABD Deniz Kuvvetleri tarafından kurtarılabiliyorlar. Yine okyanus hazırlığı yaptığım sıralarda BBC’nin bir başka haberinin başlığı ise şöyleydi: “312 metrelik yük gemisi Atlantik Okyanusu’nda kayboldu.” Bu yazıyı yazarken de bir başkasıyla karşılaştım: “Quicksilver’ın CEO’su Atlantik’te kayboldu.”


Ertesi gün saat 10.38’de ana yelken çıtası kırıldı. Kaptan yine her zamanki gibi duruma müdahale etti ve onardı. Aksilikler peşimizi bırakmıyordu ve bu sefer bizzat ben büyük bir tehlike atlattım. Saat 13.00 sularında rüzgarın aniden yer değiştirmesiyle tekne kontrolden çıktı. Ana yelkeni tutan halat boşaldı ve benim bir karış uzağımdan geçti. Eğer o an 30 cm daha ileride dursaydım, denize düşerdim. Az önce bahsettiğim gibi de kurtuluşum çok zor olurdu. Sürtünmeden dolayı sadece elimin üstü soyuldu. Çok çok ucuz kurtuldum diyebilirim.



Okyanusun Tam Ortasındayız


Bugün tarihi bir gün. Haritaya bakıyorum ve inanamıyorum. Yolun tam ortasındayız: Kuzey 15°51’16”, Batı 38°39’06”. Bunlar sadece sayı değil benim için, çok daha fazlası. Bu macera öncesi tekneye adım atana kadar okyanusu sadece hayal edebiliyordum. Hatta yıllar önce ilk başlarda “Acaba yapabilir miyim?” sorusunu kendime sormaya cesaret dahi edemiyordum. Fakat şimdiyse Atlantik’in ve hayalin yani Atlantik hayalinin tam ortasındayım.


Sevdiklerime, bana inanıp destek verenlere Atlantik’in tam ortasından okyanus suyu hediye etmek için boş şişeleri büyük bir gururla doldurdum. Sonrasında sıra dilek şişesine gelmişti. Bir kağıda en çok istediğim birkaç şeyi yazdım ve kağıdı şişenin içine koyup okyanusun enginliğine bıraktım.


Haftalardır Atlantik’in yarım metre üstündeyiz. Fakat denize hiç girmedik. Yelkendeki derinlik ölçere baktım ve 8,2 km gösteriyordu. Neredeyse Everest’in yüksekliği kadar! Seyahat öncesi Atlantik’in tam ortasında yüzmenin eşsiz bir deneyim olabileceğine inanıyordum. Teknedeki arkadaşları bu konuda ikna ettim ve kontrollü bir şekilde girmeme izin verdiler. Havanın görece sakin olduğu o gün okyanusa atladım ve ilk iş suyun derinliklerine dalmak oldu. Aman Allah’ım! Hakikaten eşi benzeri olmayan çok farklı bir his. Büyülenmiştim. Sonrasında yüzmeye başladım. En yakın kara parçası bile kilometrelerce uzakta. 3.000 km karşımda Amerika kıtası, 3.000 km arkamda Afrika kıtası, kuzeyimde Kuzey Atlantik Okyanusu, güneyimde Güney Atlantik Okyanusu, aşağıda 8 km derinliğinde Atlantik ve yukarıda sonsuz feza... Dünyanın bu en büyük havuzunda yüzmüyorum da adeta boşlukta uçuyordum.

Kasımda Atlantik Başkadır


Üstümüzde yıldız işlemeli sonsuz gökyüzü ve bizi her saniye hedefimize doğru götüren rüzgar ile altımızda engin mavinin her tonuyla bezeli, dünyanın en güzel dokunmuş halısı... Mutlak sonsuzluğu yaşayabileceğiniz bu okyanus, bildiğiniz tüm kelimeleri unutturur ve sizi anın içinde var olmaya nazikçe davet eder. En iyi yazarın dahi betimlemekte, en iyi fotoğrafçının dahi ölümsüzleştirmekte zorlanacağı anlardır bunlar.


Her dümen suyunda bıraktığımız dalga ile yeni denizlere, yeni ufuklara, yeni bilinmeyenlere açılıyoruz bu sularda. Her dalga sesi eşsiz, her rüzgar başka buralarda. Ademoğlunun keşfedilmemiş kıtalara yaptığı yolculuklarda gibi hissediyorsun kendini. Buralarda sadece sen varsın, bir de dizginleyemediğin merakın. Kendinizle, korkularınızla, daha önceden hiç deneyimle(ye)mediğiniz sınırlarınızla, kusurlarınızla kayıtsızca yüzleşmek istiyorsanız okyanus kaçınılmaz bir şekilde en doğru adres. Artık her dalga bir hece olmuştur kulağınıza fısıldayan. O yüzden yine her dalga, her kar tanesi gibi eşsizdir. Geride bıraktığınız her milde kendi kurduğunuz dünyanızdan uzaklaşır, yol aldığınız her milde hakikate yaklaşırsınız buralarda.



Okyanusun ortasında “modern” hayatın bin bir türlü kaosundan, stresinden, insanoğlunun şımarıklığından çok uzaklarda gerçek streslerle başbaşasın. Sanki bir çikolatadaki yapay tatlandırıcıyı değil de elmadaki doğal şekeri tadıyorsun gibi.


Atlantik Menümüz: Çiğ Balık


Okyanus ile ufkun birleştiği yerden doğan güneşin, dalgaların sırtını yalarken verdiği o eşsiz görsel seyir kolay kolay unutulacak türden değil. Hedefimize 1.000 milden daha az kaldı. Derviş gibi bir o yana bir bu yana aheste aheste ilerliyoruz. Doğa ana bizi işitmiş olacak ki tam da gıda stoğumuzun iyiden iyiye azaldığını konuştuğumuz gün, 70 cm boyunda, 3 kg ağırlığında bir Mavi Yüzgeçli Atlantik Orkinosu’nu bizim oltanın ucuna taktı.


Doğa anadan sonra sahne bizim arkadaştaydı. Çok şanslıyız çünkü kendisi Türkiye’nin en iyi aşçılarından biri. Balığın eti alışık olduğumuz gibi beyaz değil, kırmızı. Önce kemiğin üstünden filetoyu çıkardı. Filetonun derisini soydu. 3-4 mm büyüklüğünde parçalara ayrılan çiğ ete sadece limon, zeytinyağı ve tuz dökdükten sonra servis etti. İnanılmaz bir lezzet çıkıverdi ortaya. Bu kadar seveceğimi tahmin etmiyordum doğrusu. Çiğ etin bir kısmına da sadece soya sosu dökerek tuna sashimi hazırladık. Varsa wasabi sos da eklenebilir. O da çok lezzetliydi ama benim favorim ilk tarif. Muhakkak denenmesi gereken tatlardan.


Yelkenimiz Parçalandı!


Çiğ balıktan aldığımız fosfor etki etmiş olacak ki code zero adındaki 80 metrekarelik yelkeni basma fikri geldi aklımıza. Hızımıza epey bir katkısı oldu. Gece, hava 35 knotlarda (65 km\s). Code zero sayesinde hızımız 11 knotlara (20 km\s) kadar çıktı. Fakat radarda yağmur bulutları bize göz kırpıyor. Yarım saatlik bir yağmur kaçağında tatlı suyla güzel bir duş alınmış oldu.



Haberler kötü. Kaptan nedenini bilmediğimiz bir sebepten hastalandı. Aklımıza ilk gelen çiğ balığın dokunmuş olabileceği. O kamarasına dinlenmeye çekildi. Hesaplarımıza göre 500 mil’den az kaldı diye sevinirken hava tekrardan yükseldi ve ne yazık ki bu sefer de code zero yelkenimiz parçalandı. Yırtık epey büyük, 2 metre genişliğinde. O hengamede canhıraş yelkeni indirdik. Kalan iki yelkenle yola devam etmek zorunda kaldık.


En Büyük Balığımızı Yakaladık: 1 Metre


Turuncu renkli sandal biçimindeki ay, bir sonraki gün görüşmek üzere ufukta kaybolurken nöbetimi devrettim ve kamarama dinlenmeye çekildim. Dinlenme dediysem aklınıza ne geliyor bilemiyorum ama canlandırmaya çalışayım: Kamaralar, bir tabut misali oldukça basık ve dar. Teknemiz uzun mesafeler katetmek için değil de yarışmak üzere tasarlandığından konfor gibi unsurlar gözetilmemiş. O yüzden en ufak bir dalgayı dahi, bir teknede değil de, sanki denizdeymişsiniz gibi hissediyorsunuz. Beşik gibi sallanan kamaraya ölü gibi yorgun ve bitkinken girmeniz gerekiyor. Çünkü uzanır uzanmaz hemen uykuya dalmalısınız. Yoksa sallanmaktan uyuyamazsınız. Sırtüstü uzandıktan sonra uykuya kadar geçen o kısa sürede ayaklarınızı ve elinizi çapraz şekilde tabutun -pardon kamaranın- dört köşesine bastırıyorsunuz ki sağa-sola çarpmayın. Fakat bunu da yapsanız dahi uykuya daldıktan sonra biraz önceki çapraz formunuz bozuluyor ve uyku esnasında etrafa çarpmaktan dolayı bazı sabahlar çeşitli yerlerinizde morluklarla uyanıyorsunuz.



İşte tam bu çapraz form bozulup uykuya dalmak üzereyken teknede bir gürültü kopuveriyor. “Muraaaaaaaaat, Muraaaaaaaaaat..!” En başta rüya zannediyorum. Sonra yerimden fırlıyor ve korkuyla güverteye çıkıyorum ki, bizimkiler kocaman bir balığı yakalayıp yere sermişler, her yer kan... İri cüssesiyle çırpınan balığı zaptetmeye çalışan arkadaşlar belgeselden fırlamış gibiler. Yüzlerindeki ter, balıktan sıçrayan kanla karışmış... İfadeleri aslanın ceylanı yakalaması gibi vakur, kendinden emin. Yardım istiyorlar benden. Balıktan sürekli kan aktığı için battal boy çöp poşeti getiriyorum hemen. Ona bile zor sığıyor.


Güzelliğiyle dikkat çeken bu balığın adı: Wahoo. Epey uzun bir süre sonra ebediyete eren bu balığa bakarak sohbetler ediliyor. Defaatle, bıkmadan, usanmadan balığın nasıl yakalandığı tüm ayrıntısıyla ve büyük bir zevkle anlatılıyor. Misinayı sararken o kadar zorlanmışlar ki birkaç kere misinayı kesmeyi bile düşünmüşler. Hayretler içinde gece boyu anlatılanları dinledim. Sonrasında da sabah nöbeti bende olduğu için kamaraya çekildim.



Uyandığımda nöbeti devraldım ve saatlerce gözlerimi kaçırmadan ufka bakıverirken hatırlıyorum kendimi. Okyanusta böyle sabahlarda muhasabesini yaparsın hayatın: Aktifler iskelede, pasifler sancakta. Hatalar, pişmanlıklar bir tarafta, diğer yaşanmış tüm güzellikler diğer tarafta. Okyanus, hiçliğin ortasında tüm çıplaklığıyla, acımasızca kendini eleştirmen için seni seninle başbaşa bırakır. Nobel de alsan, olimpiyat şampiyonu da olsan insanoğlunun doğa karşısında ne kadar aciz olduğu gerçeği böyle yolculuklarda bir tokat gibi çarpar suratına. Öte yandan durumu Amerikalı yazar Manly P. Hall’un sevdiğim şu sözüyle özetlemek yerinde olacaktır: “İnsanoğlu teleskopla ne kadar önemsiz, mikroskopla ne kadar önemli olduğunu keşfetti.”


Doğa Büyüktür İnsandan


Hesaplamalarımız son 100 mil kaldığını söylüyor ama “medeniyete” yaklaştığımızı anlamak için artık hesap yapmamıza gerek yok. Çünkü ne yazık ki teknemizin yanından geçen endüstriyel atıkları görmeye başlıyoruz. Epey bir canım sıkılıyor. Ama okyanuslar merhametlidir, affedicidir. İnsanların umarsızca denize attığı plastikler ve ağır metaller bile yüz yıldan fazla da sürse, bir şekilde okyanus tarafından sindiriliyor. İnsanoğlunun nankörlüğü ile her dakika yeniden tanıştığımız bu saatler bana şu videoyu anımsattı: https://www.youtube.com/watch?v=2fMiOMhfwds Doğanın insanlara ihtiyacı yok. İnsanların doğaya ihtiyacı var.




Son 35 Mil


Teknede hemen her şeyi ilk gören kişi ben olduğum için omuzlarımdaki yük ağırdı bu sefer. Çok tuhaf ama caretta carettayı, uçan balığı, yunusu, köpek balığını, karayı ilk ben görmüştüm. İstikrarımı bozmadım ve yerel saatle 11.32’de haftalar sonra ufukta belli belirsiz St. Lucia Adası’nı görmek de yine bana nasip oldu.


Artık Karayiplere varmamıza haftalar, günler değil, saatler kalmıştı. Karaya yaklaştıkça herkesi uzun bakışlar alıveriyordu: “Ee şimdi ne yapacağım, sallanmayan bir yatakta uyuyabilecek miyim?” Denizi öylesine benimsemiştik ki, yıllardır üzerinde yaşadığımız kara, her şeyiyle tuhaf geliyordu. Yer mavi, gök mavi ilerlediğimiz günler zihnime kazınmıştı bir kere. En sevdiğim renk olan mavinin her tonunu tekrar görebilmek, bu fantastik macerayı tekrar yaşamak kısmet olacak mıydı? Cevapsız sorular...




Adayı sanki ilk biz keşfediyormuşuz gibi olsun, sürprizi kaçmasın diye Karayiplerdeki adaları bilerek araştırmamıştım. Adadaki üçgen biçimli volkanik dağın davetkar çağrısına kayıtsızca ilerliyoruz. Yaklaştıkça fark ediyorum ki, okyanus ne kadar mavi ise St. Lucia da o kadar yeşil. Cennetten bir köşe. Günler, haftalar sonra ilk defa kara gördüğümüzden gözümüz başka bir şey görmüyor. Birbirimizle konuşurken bile karaya bakarak konuşuyoruz. Adanın burnunu dönüyoruz ve son durağımız olan marina karşılıyor bizi. Telsizden Rodney Bay Marina’ya giriş yapmak istediğimizi söylüyoruz. Nereye demirleyebileceğimizi öğrendikten sonra bizim için tahsis edilmiş yerimize doğru dümen kırıyoruz. Artık karaya adım atmamıza metreler kaldı. Marinadaki denizciler ve siyahi yerliler gülen yüzlerle el sallayarak “Hoş geldiniz!” diyorlar.


Tekneyi yanaştırıyor ve saat 17.20’de karaya ilk adımımızı atıyoruz. Büyük bir gururla birbirimize bakıyoruz ve sarılıyoruz. Dile kolay, okyanusun bir ucundan diğer ucuna ufacık tekneyi bu üç kişi getirmişti. Hem de 19 gün 8,5 saat gibi çok iyi bir sürede! Başarı, çekilen onca sıkıntıyı, tehlikeyi, zor günleri her şeyi ama her şeyi unutturuyor. Kutlama sonrası bizden daha yorgun olan çilekeş teknemize bakıyoruz. İnanılmaz bir duygu karmaşası, tarifsiz bir mutluluk. Marinadaki denizcilerin gözü teknemizdeki Türk bayrağında. Meraklı gözlerle inceliyorlar ve bayrağı soruyorlar. Büyük bir gururla “Türkiye!” deyince inanamıyorlar. Koca okyanusu aşarak dünyanın bir ucundan diğer ucuna bu ufacık yelkenliyle geldiğimize hayli şaşırıyorlar. Üçümüzün de yıllardır hayaliydi bu imkansız seferi başarmak. Bunun hayalini kurarken kimi zaman heyecandan gözümüze uyku girmiyor, kimi zaman da “Acaba bir gün ben de yapabilir miyim?” soruları zihnimizi meşgul ediyordu. Ama artık meşgul etmiyor. Başta da dediğim gibi ben yapabiliyorsam herkes yapabilir.



Nüfusumuz Genç, Hayallerimiz Yaşlı

Teknoloji devi Intel’in “Türkiye’nin Hayal Haritası” adını verdiği bir araştırmasından bahsetmek istiyorum: 8-55 yaş aralığındaki insanların hayal kurma oranları çok düşük. Bu oran sadece %15. Hayal kurmayı bilmiyoruz. Hayal etmiyoruz sadece umut ediyoruz. İnsanların %48’inin en büyük hayali bir meslek sahibi olmak, kendini güvence altına almak. Hayal denilince meslek anlıyoruz. Türk insanının sadece %49’u ben çocukken hayal kurdum diyor. Halbuki bir çocuğun en büyük becerisi hayal kurmaktır. 25 yaş sonrası ise bu oran %14’lere düşüyor. Çocukluk bitiyor, hayaller ölüyor.

SpaceX’in kurucusu ve Tesla Motors’un ortaklarından Elon Musk, 21. yüzyılın en önemli roketi kabul edilen ve içinde kendi otomobili bulunan Falcon Heavy’nin Mars’ın yörüngesine doğru fırlatılışından hemen sonra bir basın toplantısı düzenledi. Bir gazeteci çok ilginç bir soru sordu: “Falcon Heavy size ne öğretti?” Musk’ın cevabı ise çok daha ilginçti: “Çılgın şeyler gerçek olabilir.” İnsan kendini keşfetmek, ufkunu genişletmek ve esnekliğini arttırmak için potansiyelini zorlamalıdır. Sınırlar zorlanınca da yaratıcılığınız artar. Bu da ancak hayal etmekle başlar diye düşünüyorum. Ayrıca, sayıca çok fazla hayal edince de inanın ki biri mutlaka gerçek oluyor.


Hayatını Değil, Hayalini Yaşa

Bir dönem mantar gibi türeyen bazı kişisel gelişim uzmanları gibi hariçten gazel okumak istemem ama ne yazık ki hayatlarımız hep bir şeyleri ertelemekle geçiyor. Kendimizi “modern” dünyanın ritmine o kadar çok kaptırmışız ki adeta nehirde sürüklenen bir dal parçasıyız. Tek yaptığımız bize biçilmiş afilli rollerden en afillisini seçip bir sonraki bölüme hazırlanmak. Bu ezberlenmiş hayatların konforlu uyuşukluğunda dış bir uyaran olmazsa durumun vahametinin farkına bile varamayacağız. Birçok kişinin hayatı ne yazık ki tüketebildikleri üzerine kurulu. Kısaca eşyalara değil, deneyimlere yatırım yapmanın daha mühim olduğunu düşünüyorum. Çünkü torununuza gençken aldığınız o koltuk takımının ne kadar güzel olduğunu değil, yaşadığınız herhangi bir olayın, heyecanın sizde bıraktığı unutulmaz etkiyi anlatacağınızdan emin olabilirsiniz.

Avusturyalı bir hemşire, ölüm döşeğindeki hastalara hayatlarındaki en büyük pişmanlıklarını sormuş ve en çok şu cevabı almış: “Keşke başkalarının benden beklediği hayatı yaşamak yerine hayallerimi gerçekleştirme cesaretim olsaydı.” Diğer cevapları da değerlendirdiğinizde çok daha vurucu başka bir gerçek açığa çıkıyor: İnsanlar, yaptıklarından değil yapamadıklarından pişmanlık duyuyor.

Şehrin gürültüsünden, kaosundan kendimizi bile dinleyemez hale gelmişiz. İnsanın fabrika ayarlarına dönmesi, iç sesini dinlemesi için kısa bir süreliğine de olsa yapay, “modern” hayata ara vermeli ve “Ben gerçekten ne istiyorum?” sorusunu sormalı. Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök saldığımız bu dünyada, siz de kendi cevabınızın peşinden gidin derim nacizane. Ama önce hayal kurun. Çünkü hayal kurmak zihninizi açar, vizyonunuzu genişletir. Sınırları kabul etme eğiliminden vazgeçin. Unutmayın ki, bu okuduğunuz yazıda anlatılanlar on yıl öncesinin hayali, şimdininse gerçeği.



“Yelkenliyle Atlantik Okyanusu geçişi” hayalimi gerçekleştirmemde yardımlarını benden esirgemeyen tüm destekçilerime teşekkür ediyorum. Herkesin hayalini gerçekleştirip hayatı ıskalamaması dileğiyle...


Maceraperest & Master Yüzücü M. Murat Bozkurt https://www.instagram.com/muratbozkurt2/

550 görüntüleme6 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page